Çarşamba, Şubat 29, 2012

AYDINDA İŞKUR TARAFINDAN DÜZENLENEN İNCIR İŞLEME KURSUNUN HEDEFI

Milli Eğitim Bakanlığı’na (MEB) bağlı okullarda ise teknik ve altyapı sorunları nedeniyle nitelikli düzeyde eğitim verilememektedir. İŞKUR tarafından Aydın şehrinde düzenlenen İncir İşleme kurs/programların nihai hedefinin, is tihdamın korunması ve artırılması olduğu düşünüldüğünde, eğitim maliyeti ve istihdam olanağı düşük meslekler yerine maliyetinin yanı sıra istihdam olanağı da yüksek eğitim programlarını gerçekleştirmenin uygun olacağı söylenebilir. İşgücü piyasasının yöreye uygun ihtiyaçlarının karşılanabilmesi açısından bir diğer alternatif ise maliyeti yüksek olan eğitim programlarının MEB ile yapılacak işbirliği kapsamında gerçekleştirilmesidir. Özellikle maliyeti yüksek ancak istihdam olanağı daha fazla olan alanlarda düzenlenecek eğitimler için MEB’e bağlı teknik eğitim veren okulların donanım ihtiyacının karşılanarak eğitim programlarının işbirliği içerisinde düzenlenmesiyle hem eğitim maliyetlerinin azaltılmasına hem de daha fazla işsizin istihdam olanağı yüksek kurslardan yararlandırılmasına olanak sağlanmış olacaktır. MEB ile yapılan görüşmeler sonucunda sürekli gelişen ve kendini yenileyen teknolojiye uygun eğitim alanları oluşturmak ve işgücü piyasasının nitelikli işgücü ihtiyacını karşılamak üzere hem örgün eğitim siteminde yer alanların hem de Kurumumuzca düzenlenmekte olan kurslara katılan işsizlerimizin daha nitelikli eğitim alabilmelerini sağlamak üzere ÇSGB, MEB, TOBB, TOBB Ekonomi Üniversitesi işbirliğinde proje çalışması başlatılmıştır. Proje ile beklenen en önemli çıktı TOBB’a üye işyerlerinde eğitim alan işsizlerin tümünün staj görmesi, başarılı kursiyerlerin ise büyük çoğunluğunun bu işyerlerinde Odaların koordinesi ile istihdam edilmeleridir. Projenin diğer bir bileşeni olarak Kurumca yürütülen çalışmalara ilişkin farkındalığın artırılması ve mesleki eğitim faaliyetlerinin kalitesinin artırılmasına ve bu alanda yönetişimin sağlanmasına yönelik bir model önerisi elde edilmesini teminen Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’ne (TOBB) yer verilmiştir. Belirlenen 81 ilde İl İstihdam ve Mesleki Eğitim Kurullarının (İİMEK) etkinliğinin artırılması ve sürdürülebilir bir model önerisi sunulması planlanan bu bileşenle, yerel Odaların mesleki eğitim faaliyetlerinin esaslı birer ortağı olarak sürece daha etkin katılımlarının sağlanması amaçlanmaktadır

Pazartesi, Şubat 27, 2012

Gözaltı morluklarını hafifletmak için uygulamalar

Fizyolojik nedenler arasında vücudun fazla su tutması veya su kaybı, aşırı tuz tüketimi, sigara içmek, kalp hastalıkları, böbrek ve karaciğer hastalıkları birinci sırada yer alır. Tabii uykusuzluk, kansızlık ve demir eksikliği gibi sorunların tümü, gözaltındaki lekelerle kendini gösterir. Bu nedenle gözaltı morluklarını tam olarak geçiremesekte hafifletebiliriz. Önlemler neler?

 Bu koyu halkaları kısmen düzelten, artmasını önleyen bazı çareler var. Her şeyden önce, vücudunuzu susuz bırakmayın. Sonra son derece hassas olan göz çevresini güneşten koruyun, uykunuza özen gösterin, yüzünüzü soğuk su ile yıkayın, tuzu azaltın, bol bol balık, sebze ve meyve tüketin. 
 Üzüm çekirdeği extresi, C vitamini ve diğer antioksidanlar kılcal damarların güçlenmesine ve cildin gelişmesine yardımcı olur. Bunlardan yararlanın. Tedavi şekilleri Gözaltı morluklarına salatalık ya da patates halkalarının veya çay kompreslerinin iyi geldiğini çoğumuz biliyoruz. Size tavsiye bu malzemeleri poşetle değil taze olarak ve buzdolabında soğutarak uygulayın. K ve C vitamini içeren göz çevresi kremleri kullanın. Gözaltı morlukları için bitkisel tedaviler: Papatya çayı ya da lavanta çayını soğutun. 2 parça pamuğu çaya batırıp elinizle sıkın. Göz kapaklarınıza uygulayın. ayrıca muhakkak 25 yaşından itibaren göz çevresi için krem kullanılması gerekir. Avakado yağı Bunun yanısıra her zaman tercihim olan doğal bakım önerim ise göz çevresi için avakado ve buğday yağıdır. 
 Bu karışımı dıştan içe doğru hareketlerle ve çok nazik bir şekilde göz çevresine sürmelisini. 
 Onun dışında yoğurdun suyunu düzenli olarak sürmek, elma kabuğu koymakta faydalıdır. Ebegümeci terapisi Bir tutam taze ebegümeciyi havanda ezin, içine bir elmanın suyunu ekleyin. Karışımı gazlı bez arasına koyup, göz çevrelerinizde 20 dakika bekletin. Bir de bol bol maydanoz ve taze nane tüketin. Rezene terapisi Bir bardak kaynatılmış rezene çayını soğutun. 2 parça pamuğu çaya batırıp göz kapaklarınıza yerleştirin ve 15 dakika bekleyin. Elma terapisi Elmayı rendeleyip suyunu sıkın. İçerisine bir tatlı kaşığı Türk kahvesi koyup gazlı bezin arasına yerleştirip sorunlu bölgelere uygulayın. Bu uygulamayı haftada üç gün tekrarlayın. Ancak bu bir sağlık sorunu da olabilir. Bu yüzden doktora görünmenizde fayda var. Zambak kürü Zambak, papatya, ıhlamur ve lavanta çaylarıyla yapılan güzellik kürleri gözlerdeki yorgunluk , şişlikleri ve morarmaları gideriyor. Bunun için örneğin bir tutam ıhlamuru 1 çay fincanı kaynar suya ilave edip 10 dakika bekletin. Süzüp soğumaya bırakın. 2 makyaj pamuğunu çaya batırıp göz kapaklarınıza uygulayın. 10 dakika bekleyip, yıkayın.

Salı, Şubat 14, 2012

Soğanın Faydaları

Soğanda bol miktarda A, B ve özellikle C vitamini, bol fosfor, iyot, silis, kükürt gibi vücuda çok faydalı maddeler, antibiyotik vazifesi gören esanslar ve hazım arttırıcı fermentler bulunduğunu kaydeden uzmanlar, kalp ve prostat bozukluğu, pankreas tembelliği (şekerliler), sinir zafiyeti, romatizma, cilt hastalıkları, cinsel iktidarsızlık, mide zayıflığı gibi hastalıklarda çok fayda verdiğini, bol idrar söktürdüğünü ve vücutta birikmiş su ve üreyi dışarı attığını bildiriyor. Soğanın, vücuttaki fazla tuzu da dışarı attığını belirten uzmanlar, pankreası çalıştırarak insülin ifrazatını arttırdığını ve kanda şeker seviyesini düşürdüğünü kaydediyor. Fazla soğan yenen ülkelerde kanserin nadir görüldüğünü ve o ülke halkının uzun yaşadığını ifade eden uzmanlar, soğanın, karaciğeri ve bağırsakları dezenfekte edip zehirlerini temizlediğini ve gıdaların orada vücudu zehirlemesini önlediğini, bağırsak kurtlarını döktüğünü bildiriyor. Uzmanlar, ağızda soğan kokusunu gidermek için yemekten sonra biraz ekmek kabuğu veya maydanoz çiğnenmesinin yeterli olduğunu söylüyor. Uzmanlar ayrıca, soğanın patateslerden ayrı, kuru, soğuk bir yere kaldırılması gerektiğini, çünkü soğan ve patatesin birbirini etkilediğini ve soğanın, patateslerden salınan nemle yumuşadığını hatırlatıyor. Soğan, salataların yanı sıra çeşitli yemeklere, krem peynirlere ve hamburgerlere katılır, çorba ve yahni gibi sevilen yemekleri yapılır. Mutfakların vazgeçilmez bir öğesidir. BESİN DEĞERLERİ 100 gr. çiğ (pişirilmemiş) kuru soğanın içerdiği besin değerleri şunlardır: 38 kalori; 1,5 gr. protein; 9 gr. karbonhidrat; 0 kolesterol; 0,1 gr. yağ; 0,6 gr. lif; 56 mgr. fosfor; 27 mgr. kalsiyum; 0,5 mgr. demir; 10 mgr. sodyum; 157 mgr. potasyum: 12 mgr. magnezyum; 40 IU A vitamini; 0,03 mgr. B1 vitamini; 0,04 mgr. B2 vitamini; 0,2 mgr. B3 vitamini: 0,l mgr. B6 vitamini: 10 mcgr. folik asit: 10 mgr. C vitamini ve 0,3 mgr. E vitamini. Yeşil soğanın bazı besin değerleri kuru soğandan daha yüksek, bazıları da daha düşüktür. Yeşil soğanın besin değerleri şöyle sıralanabilir: 45 kalori; 10,5 gr. protein; 1 gr. karbonhidrat; yağ ve lifi eser miktarlarda; 40 mgr. kalsiyum; 5 mgr. sodyum; 231 mgr. potasyum; 20 IU A vitamini ve 25 mgr. C vitamini. SAĞLIĞIMIZA YARARLARI Yukarıda sayılan önemli besin değerlerinin yanı sıra; o Soğan, bedenin savunma sistemini güçlendirir: Soğuk algınlığı, öksürük, bronşit ve gastrit gibi enfeksiyon hastalıklarına iyi gelen ve geleneksel olarak bu nedenle tüketilen bir besindir. o Soğan, yağlı yemeklerin yenmesinden sonra bedende kolesterol yükselmesi ve kanın pıhtılaşması olaylarını önler: Çok fazla yağlı yemek yiyen kişilerde meydana gelen bu gibi sakıncalı durumlar, yemeklerde bol soğan bulunması halinde ortadan kalkar. o Soğan bedende bulunan kötü kolesterolü ve yüksek tansiyonu düşürür, ama iyi kolesterol düzeyini artırır. o Bol bol soğan yemenin, bedenin kansere yakalanması rizikosunu azalttığı savunulmaktadır. o Son zamanlarda yapılan bazı bilimsel araştırmalara göre, soğanın kalbi güçlendirdiği ve koroner damarları genişlettiği ileri sürülmektedir. o Soğan idrar söktürücüdür: Bu etkisiyle bedendeki toksinlerin atılmasına ve kanın temizlenmesine yardımcı olur. o Soğan midevidir: iştahı açar ve sindirimi kolaylaştırır. Ayrıca müshil etkisi de vardır. lezzetvadisi.com

Çarşamba, Şubat 08, 2012

Mükemmeliyetçi Melankolik Tipler :

Bazı kadın ve erkekler ise, her şeyi düzgün ve eksiksiz yapan, yapamadığı zaman bunalıma giren Mükemmeliyetçi Melankoliktirler. Bu yapıdaki kadın ve erkeklerin özellikleri ise: İstekleri : Düzgün, eksiksiz, hemen başlayayım. Arzusu : Düzgün yapmak. Duygusal İhtiyaçları : Denge duyusu, mekan, sessizlik, duyarlılık ve destek. En Güçlü Yönleri: Planlama yeteneği vardır. Uzun vadeli hedefler belirler. Yüksek standart ve ideallere sahiptir. İyi analiz yapar. En Zayıf Yönleri: Kolaylıkla bunalıma girer, hazırlık için çok zaman harcar, ayrıntılara odaklanır. Olumsuzlukları hatırlar ve başkalarına şüpheyle yaklaşır. Bunalıma Girdiği Zaman : Yaşam düzensizdir, standartlarını tutturamaz. Hiç kimse ona aldırış etmiyor olarak görür. Korktuğu Şeyler : Gerçek duygularını kimsenin anlamamasından yakınmak, hatalar yapmak ve standartlarından ödün vermek zorunda kalmak. Hoşlandığı İnsan Tipi : Ciddi, entelektüel, derin ve akıllıca sohbet edebilen. Hoşlanmadığı İnsan Tipi: Zekası düşük, unutkan, geciken, düzensiz, yapay, kaçamak yanıt veren ve ne yapacağı sezilemeyen. İşteki Değerli Yanları : Ayrıntı duygusu, analiz tutkusu, sabırlı olma, yüksek standartta performans, acı çekenlere karşı şefkat gösterme. Gelişme Ortamı: Başkalarının mükemmeliyetçi olmasında ısrar etmezse hayatı çok ciddiye almaz. Lider Olarak : İyi organizasyon yapar. İnsanların duygularına karşı duyarlıdır. Yaratıcılığı vardır. Kaliteli performans ister. Eş Tercihi : Kişilikleri ve sosyal becerileri için popüler Optimistlere yakındır; ama kısa zamanda onları susturup bir programa bağlar ve bir karşılık alamadığı zaman bunalıma girer. Strese Tepkileri : Kabuğuna çekilir, bir kitaba dalar , bunalıma girer, vazgeçer ve sorunlarını herkese anlatır. Bilinen Özellikleri : Ciddi, duyarlı, terbiyeli tutum, kendisini küçümseyen yorumlar, titiz ve bakımlı görünüş. ( Hippi tipi entelektüeller, müzisyenler , şairler hariç olmak üzere tabii; bunlar elbiselere ve görünüşe dikkat etmenin dünyevi bir tavır olduğunu ve insanı içsel güçlerinden uzaklaştırdığını düşünürler.) alıntı

Pazartesi, Şubat 06, 2012

Evliya Çelebi

Türk, gezgin. Gezdiği yerlerde toplumların yaşama düzenini ve özelliklerini yansıtan gözlemler yapmıştır. Evliya Çelebi b.Derviş Mehmed Zillî İstanbul'da Unkapanı'nda doğdu, 1682'de Mısır'dan dönerken yolda ya da İstanbul'da öldüğü sanılmaktadır. Babası Derviş Mehmed Zillî, sarayda kuyumcubaşıydı. Evliya Çelebi'nin ailesi Kütahya'dan gelip İstanbul'un Unkapanı yöresine yerleşmişti. İlköğrenimini özel olarak gördükten sonra bir süre medresede okudu, babasından tezhip, hat ve nakış öğrendi. Musiki ile ilgilendi. Kuran'ı ezberleyerek "hafız" oldu. Enderuna alındı, dayısı Melek Ahmed Paşa'nın aracılığıyla Sultan IV. Murad'ın hizmetine girdi. Evliya Çelebi'nin geziye karşı duyduğu ilgi, çocukken babasından, yakınlarından dinlediği öykülerden, söylencelerden ve masallardan kaynaklanır. Seyahatname adlı yapıtının girişinde geziye duyduğu ilgiyi anlatırken bir gece düşünde Peygamber'i gördüğünü, ondan "şefaat ya Resulallah" diyecek yerde şaşırıp "seyahat ya Resulallah" dediğini, bunun üzerine Peygamber'in ona gönlünün uyarınca gezme, uzak ülkeleri, görme olanağı verdiğini yazar. Bu düş üzerine 1635'te, önce İstanbul'un bütün yörelerini dolaşmaya, gördüklerini, duyduklarını yazmaya başladı. 1640 dolaylarında Bursa, İzmit ve Trabzon yörelerini gezdi, 1645'te Kırım'a Bahadır Giray'ın yanına gitti. Yakınlık kurduğu kimi devlet büyükleriyle uzak yolculuklara çıktı, savaşlara, mektup götürüp getirme göreviyle, ulak olarak katıldı. 1645'te Yanya'nın alınmasıyla sonuçlanan savaşta, Yusuf Paşa'nın yanında görevli bulundu. 1646'da Erzurum Beylerbeyi Defterdarzade Mehmed Paşa'nın muhasibi oldu. Doğu illerini, Azerbaycan'ın, Gürcistan'ın kimi yörelerini gezdi. Bir ara Revan Hanı'nı mektup götürüp getirmekle görevlendirildi, bu nedenle Gümüşhane, Tortum yörelerini dolaştı. 1648'te İstanbul'a dönerek Mustafa Paşa ile Şam'a gitti, üç yıl o dolaylarda gezdi. 1651'den sonra Rumeli'yi dolaşmaya başladı, bir süre Sofya'da bulundu. 1667-1670 arasında Avusturya, Arnavutluk, Teselya, Kandiye, Gümülcine, Selanik yörelerini gezdi. Kaynakların bildirdiğine göre, Evliya Çelebi'nin gezi süresi 50 yılı kapsar. Evliya Çelebi'nin gezilerinin oldukça geniş bir alanı kaplaması iki bakımdan önemlidir. Birincisi Osmanlı İmparatorluğu'nun komşu ülkelerle olan ilişkilerini yansıtması, ikincisi insan başarılarına ilgilendirir. Bu geziler yalnız gözlemlere dayalı aktarmaları, anlatıları içermez, araştırıcılar için önemli inceleme ve yorumlara da olanak sağlar. Seyahatname'nin içerdiği konular, belli bir çalışma alanını değil, insan düşüncesinin ürettiği bütün başarıları kapsar. Bu özelliği nedeniyle Evliya Çelebi'nin yapıtı değişik açılardan bakılarak değerlendirilir. Üslup bakımından ele alındığında, Evliya Çelebi'nin, o dönemdeki Osmanlı toplumunda, özellikle Divan edebiyatında yaygın olan düzyazıya bağlı kalmadığı görülür. Divan edebiyatında düzyazı ayrı bir yaratı ürünü sayılır, şiir gibi ağdalı, ayaklı-uyaklı bir biçimle ortaya konurdu. Evliya Çelebi, bir yazar olarak, bu geleneğe uymadı, daha çok günlük konuşma diline yakın, kolay söylenip yazılan bir dil benimsedi. Bu dil akıcıdır, sürükleyicidir, yer yer eğlenceli ve alaycıdır. Evliya Çelebi gezdiği yerlerde gördüklerini, duyduklarını yalnız aktarmakla kalmamış, onlara kendi öznel yorumlarını, düşüncelerini de katarak gezi yazısına yeni bir içerik kazandırmıştır. Burada yazarın anlatım bakımından gösterdiği başarı uyguladığı yazma yönteminden kaynaklanır. Anlatım belli bir zaman süresiyle sınırlanmaz, geçmişle gelecek, şimdiki zamanla geçmiş iç içedir. Bu özellik anlatılan öykülerden, söylencelerden dolayı yazarın zamanla istediği gibi oynaması sonucudur. Evliya Çelebi belli bir süre içinde, özdeş zamanda geçen iki olayı, yerinde görmüş gibi anlatır, böylece zaman kavramını ortadan kaldırır. Seyahatname'de, yazarın gezdiği, gördüğü yerlerle ilgili izlenimler sergilenirken, başlı başına birer araştırma konusu olabilecek bilgiler, belgeler ortaya konur. Bunlar arasında öyküler, türküler, halk şiirleri, söylenceler, masal, mani, ağız ayrılıkları, halk oyunları, giyim-kuşam, düğün, dernek, eğlence, inançlar, karşılıklı insan ilişkileri, komşuluk bağlantıları, toplumsal davranışlar, sanat ve zanaat varlıkları önemli bir yer tutar. Evliya Çelebi insanlarla ilgili bilgiler yanında, yörenin evlerinden, cami, mescid, çeşme, han, saray, konak, hamam, kilise, manastır, kule, kale, sur, yol, havra gibi değişik yapılarından da söz eder. Bunların yapılış yıllarını, onarımlarını, yapanı, yaptıranı, onaranı anlatır. Yapının çevresinden, çevrenin havasından, suyundan söz eder. Böylece konuya bir canlılık getirerek çevreyle bütünlük kazandırır. Seyahatname'nin bir özelliği de değişik yöre insanlarının yaşama biçimlerine, davranışlarına, tarımla ilgili çalışmalarından, süs takılarına, çalgılarına dek ayrıntılarıyla geniş yer vermesidir. Yapıtın kimi bölümlerinde, gezilen yörenin yönetiminden, eski ailelerinden, ileri gelen ünlü kişilerinden, şairlerinden, oyuncularından, çeşitli kademelerdeki görevlilerinden ayrıntılı biçimde söz edilir. Evliya Çelebi'nin yapıtı dil bakımından da önemlidir. Yazar, gezdiği yerlerde geçen olayları, onlarla ilgili gözlemlerini aktarırken kullanılan sözcüklerden de örnekler verir. Bu örnekler, dil araştırmalarında, sözcüklerin kullanım ve yayılma alanını saptama bakımından yararlı olmuştur. Kimi yabancı kökenli sözcüklerin söyleniş biçimi halk ağzına göredir. Bu da dilci için bir yöre ağzının oluşumunu anlamaya yarar. Evliya Çelebi'nin Seyahatname'si çok ün kazanmasına karşın, bilimsel bakımdan, geniş bir inceleme ve çalışma konusu yapılmamıştır. YAPITLAR (başlıca): Seyahatname, (ö.s.), ilk sekiz cilt: 1898-1928, son iki cilt: 1935-1938. evliya çelebi

Mimar Sinan (1490-1588)

Türk, mimar. Dünyanın en büyük yapı sanatçılarından biridir.
Kayseri'nin Ağırnas köyünde doğdu, 17 Temmuz 1588'de İstanbul'da öldü. Doğum tarihi kesin değildir. Ailesine ve yaşamına ilişkin kimi zaman yetersiz ve çelişkili bilgiler, çağdaşı Sâi Mustafa Çelebi'nin onun ağzından yazdıklarına, mimarbaşı olduğu dönemden kalan yazışmalara, kendi vakfiyesine ve yazarı bilinmeyen belge ve kitaplara dayanmaktadır. Kaynaklara göre Sinan, I. Selim (Yavuz) padişah olduktan sonra başlatılan ve Rumeli'de olduğu gibi Anadolu'dan da asker devşirmeyi öngören yeni bir uygulama uyarınca 1512'de devşirilerek İstanbul'a getirildi. Orduya asker yetiştiren Acemi Oğlanlar Ocağı'na verildi, 1514'te Çaldıran Savaşı'nda 1516-1520 arasında da Mısır seferlerinde bulundu. İstanbul'a dönünce Yeniçeri Ocağı'na alındı. I. Süleyman (Kanuni) döneminde 1521'de Belgrad, 1522'de Rodos seferlerine katıldı, subaylığa yükseldi. 1526'da katıldığı Mohaç seferinden sonra zemberekçibaşı (baş teknisyen) oldu. 1529'da Viyana, 1529-1532 arasında Alman, 1532-1535 arasında da Irak, Bağdat ve Tebriz seferlerine katıldı. Bu son sefer sırasında Van Gölü'nün üstünden geçecek üç geminin yapımını başarıyla tamamlaması üzerine kendisine haseki unvanı verildi. 1536'da Pulya (Puglia) seferlerine katıldı. 1538'de yer aldığı Karabuğdan (Moldovya) seferi sırasında Prut Irmağı üstünde yaptığı bir köprüyle dikkatleri üstüne çekti. Bir yıl sonra mimar Acem Ali'nin ölümü üzerine onun yerine sermimaran-ı hassa (saray baş mimarı) oldu. Günümüzdeki bayındırlık bakanlığına eş düşen bu görevi ölümüne değin sürdürdü.

Mimar Sinan, Osmanlı İmparatorluğu'nun en güçlü olduğu çağda yaşamıştır. I. Süleyman (Kanuni), II. Selim ve III. Murat olmak üzere üç padişah döneminde mimarbaşılık etmiş, imparatorluğun gücünü simgeleyen mimarlık başyapıtlarının tasarlanıp uygulanmasında birinci derecede rol oynamıştır. Etkisi ölümünden sonra da sürmüş, her dönemde saygınlığını korumuştur. Atatürk ona ilişkin bilimsel araştırmaların başlatılmasını, onun bir heykelinin yapılmasını istemiştir. 1982'de İstanbul'daki Devlet Güzel Sanatlar Akademisi çekirdek olmak üzere oluşturulan yeni üniversiteye onun adı verilmiştir.

Sinan'ın yetişmesine ilişkin doyurucu bilgi yoksa da, dülgerliği Acemi Oğlanlar Ocağı'nda öğrendiği sanılmaktadır. Acemi Oğlanlar, başka işlerin yanı sıra yapı işlerinde de görevlendirilirlerdi. Sinan daha sonra ordunun yapı gereksinimini karşılayan birimlerinde görev almış, buradaki çalışmalarıyla öne çıkmıştır. Gerek ordunun bu birimleri tarafından usta-çırak ilişkisi içinde gerçekleştirilen yapım ve onarım çalışmaları, gerek orduyla birlikte gittiği yerlerde görme olanağı bulduğu yapılar, Mimar Sinan'ın eğitiminin parçası olmuştur.

Çeşitli kaynaklara göre Sinan 84 cami, 52 mescit, 57 medrese, 7 okul ve darülkurra, 22 türbe, 17 imaret 3 darüşşifa, 7 su yolu kemeri, 8 köprü, 20 kervansaray, 35 köşk ve saray, 6 ambar ve mahzen, 48 hamam olmak üzere sayılamayanlarla birlikte üç yüz elliyi aşkın yapı gerçekleştirmiştir. Elli yıla yakın bir süre Osmanlı İmparatorluğu'nun mimarbaşılığını yapmış olmasına karşın, bunların hepsini onun tasarlayıp uygulamış olduğunu söylemek güçtür. Çoğunluğu İstanbul'da olmak üzere imparatorluğun her yanına dağılmış bulunan bu yapıların bir bölümünü öğrencileri ya da ona bağlı mimarlar örgütü yapmış olmalıdır. Bunların arasında onarımlar da vardır. Bu tür sayılar Sinan'a gösterilen saygıyı ortaya koyar. Onun asıl önemi, yapılarında gerçekleştirdiği deneyler ve getirdiği yeniliklerle Osmanlı-Türk mimarlığını "klasik " olarak adlandırılan doruğuna ulaştırmasındadır.

Sinan mimarbaşılığından önce de askeri amaçlı olmayan yapılar tasarlamış ve uygulamış olmalıdır. Ama ilk önemli yapıtı İstanbul'da ki Şehzade (Mehmed) Camii'dir. Kendisinin çıraklık dönemi yapıtı olarak nitelendirdiği bu cami, dört ayağın taşıdığı ve dört yarım kubbenin desteklediği bir kubbe ile örtülüdür. Dış görünüşlerin kitlesel etkisi azaltılmış, içerde ise daha aydınlık bir mekân oluşturma yoluna gidilmiştir. Onu izleyen Üsküdar'daki Mihrimah Sultan Camii'nde ise yarım kubbelerin sayısı üçe indirilerek daha rahat bir iç mekân araştırılmıştır.

Osmanlı-Türk mimarlığının en önemli yapılarından biri Süleymaniye Camii ve Külliyesi'dir. Sinan kalfalık dönemi yapıtı olarak adlandırdığı bu yapıda İstanbul'daki Bayezid Camii'nde kullanılan taşıyıcı sistemi yinelenmiş, dört ayak üstüne oturan kubbeyi giriş-mihrap yönündeki yarım kubbelerle desteklenmiştir. Bu, Ayasofya ile ortaya atılan strüktür sorunun, onun tarafından bir kez daha ele alınışıdır. Süleymaniye, darülkurrası, darüşşifası, hamamı, imareti, altı medresesi, dükkânları ve Kanunî Süleyman ile Hürrem Sultan'ın türbeleriyle büyük bir alana yayılmış kentsel bir düzenlemedir ve Türkler'in dinsel yapılara toplumsal hizmet yapısı içeriği katmalarının en önemli örneğidir. Kubbe ve yarım kubbeler, yüklerini, uyumlu geçişlerle bir sonrakine iletirler. Yapı bu düzenden gelen bir dinginlikle, İstanbul'un Haliç'e bakan tepelerinden birinde yer alır. Dönemin önde gelen tüm sanatçılarının katkıda bulunduğu Süleymaniye, her ayrıntısıyla bir bütün olarak ele alınmıştır. Yedi yıl gibi kısa bir sürede bitirilmiş olması Sinan'ın mimarlıkta olduğu kadar örgütleme alanındaki dehasını da ortaya koyar. Yapının yapıldığı döneme ışık tutan muhasebe defterleri de günümüze kalmıştır.

Sinan yapı ile çatı örtüsü için en yetkin taşıyıcı sistemi, en yetkin biçimi bulmak yolunda deneyler yapmış, hatta zaman zaman geçmişte kullanıp sonra terkedilen yöntemleri yineleyerek bunların nasıl ileri götürülebileceğini araştırmıştır. Kimi zaman bu tür deneyleri birbirine koşut olarak sürdüğü de görülür. İstanbul'daki Sinan Paşa Camii gibi kimi yapıları, kubbeyi altıgen bir plana oturtmayı denemesiyle Edirne'deki Üç Şerefeli Cami'yi anımsatır. Edirnekapı'daki Mihrimah Sultan Camii'nde olduğu gibi ana mekânı tek bir kubbeyle örten camileri, erken Osmanlı dönemi camilerini düşündürür. Denemelerinin en ilginçlerinden biri gene İstanbul'daki Piyale Paşa Camii'dir. Burada kökenleri erken Osmanlı döneminden de önceye giden ve yapıyı çok sayıda küçük kubbe ile örten çok ayaklı cami şemasını ele almıştır.

Bütün bu deneyler onu başyapıtlarından birine, Edirne'deki Selimiye Camii'ne götürdükleri için önemlidir. Sinan ustalık dönemi yapıtı olarak nitelendirdiği bu camide daha önce İstanbul'daki Rüstem Paşa Camii'nde çözmeye çalıştığı bir sorunu, yani kubbeyi sekizgen bir plan üstüne oturtma düşüncesini uygulamıştır. Böylece, taşıyıcı ayaklar incelmekte, yükleri ileten öğelerin küçülmesiyle de kubbe, yapıdaki en önemli mekân belirleyici öğe durumuna gelmektedir. Sinan burada 31 m'yi geçen çapıyla en büyük kubbesini gerçekleştirmiştir. Külliye'nin öteki yapıları camiye göre arka planda tutulmuştur. Selimiye, strüktüründen mekân oluşumuna, oranlarından süslemelerine kadar Klasik dönem Osmanlı-Türk mimarlık bireşiminin dilini ortaya koyan, kurallarını belirleyen çok önemli bir başyapıttır.

Sinan öteki yapıtlarında da araştırıcılığını sürdürmüştür. Türbeleri buna örnektir. Şehzade Mehmet Türbesi'nde dilimli kubbe kullanmış, alışılmadık ölçüde süslü bir yüz düzenlemesine gitmiştir. Kanuni Süleyman Türbesi'nde de iç mekân ile dış görünüş arasında bir denge kurmak amacıyla örtü olarak, Osmanlı-Türk mimarlık geleneğinde çok sık kullanılmayan çift yüzlü kubbeyi seçmiş, iç kubbeyi yapının içindeki ayaklara, dış kubbeyi de dış duvarlara taşıtmıştır. II. Selim Türbesi'nde ise geleneksel altı ya da sekizgen plan yerine, yapı öğeleri arasında karşıtlık yaratan, köşelerin kesik kare planını seçmiştir. Sinan'ın, denemeci tutumunu öteki işlevlerde de sürdürdüğü gözlenir. Her zaman işleve, taşıyıcı sisteme, yapının bulunduğu yere göre en uygun olacak biçimi araştırmıştır. Yola çıkış noktası geleneksel biçim ve plan şemaları olmasına karşın, bunlara katı bir biçimde bağlı kalmamış, koşulların gerektirdiği yerlerde yeni biçimlere yönelmiş, böylece eski ile yeni arasında bir bağ oluşturabilmiştir.

Sinan'ın yapıları mimarlık bakımından olduğu kadar mühendislik bakımından da önem taşır. Bu nedenle "ser mimârân-ı cihan ve mühendisân-ı devran dünyadaki mimarların ve zaman içindeki mühendislerin başı" diye anılmıştır. Yapılarının çoğunun 400 yıl sonra bile ayakta duruyor, hatta kullanılıyor olması, onların taşıyıcı sistemlerine olduğu kadar temellerine de özen gösterilmiş olmasındandır. Sinan'ın mühendis yanı su yollarıyla köprülerinde ortaya çıkar. Bunlarda zamanının sahip olduğu tüm mühendislik bilgilerini uygulamış, hatta kimi zaman onları aşan, ileri götüren tasarımlar gerçekleştirmiştir. İstanbul'un su sorununu çözmekle görevlendirilmiş, bentleriyle, tünelleriyle, su yolları ve su yolu kemerleriyle, biriktirme ve dağıtma yapılarıyla uzunluğu 50 km'yi aşan ve Kırkçeşme adıyla bilinen su yapılarını gerçekleştirmiştir. Süleymaniye Külliye'sine 53 milyon akçe harcanırken Kıkçeşme yapılarına 43 milyon akçe harcanmış olması da zamanında bunlara verilen önemin bir başka göstergesi olmaktadır. Sinan, köprülerini de en az öteki yapıtları kadar önemsemiş, toplam uzunluğu 635,5 m'yi bulan Büyükçekmece Köprüsü ile sağlam olduğu kadar güzel de olan bir yapıt diye övünmüştür. En geniş açıklığı örtecek kubbeyi, en ince ve uzun minareyi araştırmak, böyle bir minaredeki şerefelere birbirleriyle kesişmeyen üç merdivenle çıkmayı denemek, bu mühendislik dehasının yaratıcılığını ortaya koyan örneklerdir.

Mimarlık, kimi zaman, içinden çıktığı toplumun genel yapısıyla uyum içinde olan bir bütünlüğe erişir. Bu, kendi gününün gereksinmelerini kendi olanaklarıyla karşılayan, ama geçmişin deneyim ve anılarını da içeren bir bireşimdir. Yapı gereçleri, yapım yöntemleri, elde edilen biçimlerle ve onlar da yerel-iklimsel koşullarla uyum içindedirler. Bunları birbirlerinden ve içinde bulundukları toplumsal koşullardan soyutlamak olanaksızdır. Ortaya çıkan biçimler toplumun büyük bir çoğunluğunca benimsenen simgelere dönüşür. Toplumu neredeyse yapılarıyla özdeşleştirmek olasıdır. Bu yalnız belli bir yere ve çağa özgü, başka bir benzeri olmayan bir mimarlık demektir. İşte Mimar Sinan böyle bir süreç içinde yer almaktadır. Tek tek yapıtlarından çok, mimarlığı uyumlu ve kendi içinde tutarlı bir bireşime götürme yolundaki çalışmalarıyla önem taşır. Osmanlı-Türk mimarlığı onunla birlikte bireşim sürecini tamamlamış, arayış aşamasından klasik dönemine geçmiştir. Bu geçiş, biçim olarak kubbeyi, düzenleme ilkesi olarak da merkezi planlı yapıyı anıtsal bir mimarlığın en önemli öğesi olan kubbeyi ve ona bağlı taşıyıcılar sistemini en yalın ve açık biçimde kullanıp onu anıtsal mimarlık düzenlemelerinin çekirdeği durumuna getirmek Osmanlı-Türk mimarlığının dünya mimarlığına bir katkısıdır. Böylece hem Doğu, hem Batı ile ilişki içinde olan, Anadolu ve Akdeniz kültürlerine sahip çıkan bir Osmanlı-Türk İslam mimarlık bileşimi ortaya çıkmıştır. Bu, yapıya katkıda bulunan öteki sanatları da etkilemiş, imparatorluğun her yerinde ki yapı eylemleri için yol gösterici olmuştur.

YAPITLAR (başlıca): Şehzade (Mehmed) Külliyesi, 1543-1548, İstanbul; Rüstem Paşa Külliyesi, 1544-1555, Tahtakale/İstanbul; Barbaros Hayrettin Paşa Türbesi, 1546, İstanbul; Hayrettin Paşa Hamamı (Çinili Hamam) 1546, Zeyrek/İstanbul; Mihrimah Sultan Külliyesi, 1547-1548, Üsküdar/İstanbul; Rüstem Paşa Medresesi, 1550, Cağaloğlu/İstanbul; Süleymaniye Külliyesi, 1550-1557, İstanbul; Zal Mahmut Paşa Külliyesi, 1551-1566, Eyüp/İstanbul; Sinan Paşa Külliyesi, 1553-1555, Beşiktaş/İstanbul; Kırkçeşme Su Yapıları, 1555-1563, Alibey Köyü/İstanbul; Haseki Hürrem Sultan (Çifte) Hamamı, 1556, Sultanahmet/İstanbul; Rüstem Paşa Kervansarayı, 1560, Edirne; Mihrimah Sultan Külliyesi, 1562-1565, Edirnekapı/İstanbul; Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi, 1564-1569, Lüleburgaz; Büyükçekmece Köprüsü, 1566-1568, İstanbul; Sultan Süleyman Kervansarayı, 1566-1567, Büyükçekmece/İstanbul; Selimiye Külliyesi, 1567-1575, Edirne; Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi, 1571-1572, Kadırga/İstanbul; Piyale Paşa Camisi, 1573-1577, Kasımpaşa/İstanbul; Sultan II. Selim Türbesi 1574-1577, Ayasofya/İstanbul; Sokullu Mehmet Paşa Camii, 1577-1578, Azapkapı/İstanbul; Valide Sultan Külliyesi, 1577-1583, Üsküdar/İstanbul; III. Murat Köşkü, 1578, Topkapı Sarayı, İstanbul; Kılıç Ali Paşa Camisi, 1580, Tophane/İstanbul; Şemsi Ahmet Paşa Camisi, 1580, Üsküdar/İstanbul.

mimar sinan

Cumartesi, Şubat 04, 2012

ve hayatların kesiştiği noktadan "son"a

bu hikaye çok güzelmiş dayanamadım papatyadiyarı...ından aldım Ve hayatların kesiştiği noktadan “son”a ! Yollar vardır, dümdüz, alabildiğine ufuk çizgisine uzanan, engelsiz, kolay! Yollar vardır, virajlı, değil ufku, dönünce ne çıkar karşınıza bilemezsiniz... Hep endişe vardır, bilinmezliğe duyulan korku! Ve yollar vardır, kesişen, hiç ummadığınız zamanda ve hiç tahmin etmediğiniz yaşamlarla... Belki de birbirinden çok farklı ama benzer hissedişlerle... Yaşam sizindir sizin olmasına da, bir güç vardır çizen, kararları kendiniz verdiniz sanırsınız, aslında kalbinize ilham edilene uyarsınız yalnızca... Hepimiz elimizde bir sonra ki nefes için verilmemiş senaryolarımız, kendi filmimizin başrolünü oynarız. oynarkende nâcizane minik senaryolar yazarız, düşsel öyküler, işte onlardan biri!... :)) ..yüreği yaşadığı herşeye rağmen coşkuyla çarpan bir papatya varmış, herşeye ve herkese rağmen yüreği hep umut dolu, neşe dolu, sadece gözleri ile yüreğini konuşturan, dili ile de hep mutluluk, hep hoşluk, hep sevgi aşılamak isteyen gönüllere... başarırmış da çoğu zaman, damla damla elmas dökülürken bile gözlerinden, gülümsermiş... Hep “ben çok mutluyum!” dermiş. Espiriler yapar, muziplikler yapar, “en azından başka gönüller meftûn olsun” dermiş... Yüreğinin acıyan bölümüne düş bulutları serpiştirmiş, en çok orada zaman geçirirmiş! Bulutları hiç aralamazmış, çünkü araladığı anda simsiyah gökyüzü, gökgürültüsü ile çakan şimşekler, rahmet olgusundan uzak şiddetli yağmur, yıkılmış harabeye dönmüş bir yürek kentinin üzerine yağar görür ve korkarmış papatya... O yüzden hiç aralamazmış bulutları... “Almadan vermektir SEVGİyi aslolan” der ve öyle yaparmış... “Sevgiyi karşılıksız verdiğiniz de misli artarak döner zaten kişiye, ER yada GEÇ” dermiş... “Lüzumsuz bir inançla koparsalar da benim yapraklarımı, yine de kalan son yaprağım ‘seviyor’ diyerek umut olsun gönüllere, bu yeter bana! Gerçek sevgiyi umut besler, bilirim!” der, gülümsermiş... :) Gülün gururuna, menekşenin güzelliğine, manolyanın cazibesine ve orkidenin asilliğine rağmen ben daha güçlüyüm dermiş, çünkü benim kocaman SEVGİ dolu bir yüreğim ve baktığımda ‘yürekleri gören’ gözlerim var!... Gün gelmiş papatyanın sıradan yaşamı çetin yürek savaşları vermiş, gün gelmiş elmaslardan okyanuslar oluşturmuş da tek yıldızlar şahit olmuş, gün gelmiş “ne kadar mutlusun” diyen gözlere gülümseyerek bakmış da, anlatamamış!... Oysa ki denizlerin durgunluğu ve gecenin yakamoz güzelliğinin ardında, derinlerde ne batık gemiler, ne fırtınalar ve nede yosun tutmuş inciler vardır da bilinmez!... “..Sevmektir oysa yaşamak, yaşama anlam katmaktır sevmek!...” Papatya yaşıyomudur bilinmez ama nefes alıp veriyordur, belki de almıyordur da yalnızca veriyordur!... (kimbilir!) Bir amacı vardır en azından, insanları gülümsetiyordur. onlar gülümsedikçe kendiside gülümsüyordur ve gülümsedikçe de düş bulutlarının altında ki yıkık kenti daha az anımsıyordur... Papatya bir anda yıllar öncesine döner, o yaşam nehrinin şiddetli akıntısına bırakılmadan öncesine! ve yine yüreği ile bir olup gülümser dudakları... “keşke” der, “keşke ‘sihirlideğnek masalım’ gerçek olsa!” “Kendi yaşamım aynı kalması pahasına güzelleştirebileceğim diğer yaşamlar adına!” “Zirâ çok güzel anlar yaşadım geçmişte, öyle güzel, öyle doyumsuz anlardı ki, ‘bir ömre bedel’ olanlardan...” Birkaç dakika da papatya tüm yaşadığı anları yeniden yaşadı ve aynı mutluluğu, aynı coşkuyu, kalıbına dar gelen yürek çırpıntılarını yeniden hisetti... Ve iki damla elmas az bile bu hissedişe diye düşündü!... (..güzeldi be papatyam, çok güzeldi!...) ..Buğulu bakışlarla döner papatya anılardan-anlardan... Yaşamın acımasız nehrinde kendini akıntının yönüne bırakmış, en azından çevresinde ki güzellikleri izleyerek ‘son

nirmiş... Aslında kendini akıntının yönüne bırakmadan evvel tutunmuş, kurtulmak ve kurtarmak için! çok denemiş, çok çabalamış, çok savaşmı ama başaramamış... Yanlışmı oynamış, yanlışmı oynanmış k
endide bilmiyormuş... Artık bildiği tek şey çok yorulduğuymuş... Bırakıvermiş kendini yaşam nehrinin acımasız akıntısına... Bir süre sonra papatya ‘öz’ünün artık hiç konuşmadığını fark etmiş, derin bir sessizliğin içinde kaybolduğunu düşünmüş, o artık bir papatya değil, hep başkalarının sevdiği çiçeklerin kalıbına giren bir RUH olmuş!... Yüreğinde ölüm sessizliği, gözlerinde yabancı bakışlar, dudaklarında başka cümleler varmış... Durdurmuş bir anda yaşamını, akan nehri ve hatta dünyayı!... Durmuş ve düşünmüş, “bu nasıl olur, bu ben değilim, ben bir papatyayım, bir kırçiçeği! özgür ruhumu başka çiçeklerin kalıbına koymaya kimsenin hakkı yok! bu hakkı nasıl onlara ben verdiysem (başkalarının mutluluğu adına!) almayada ancak ben sahibim!...” der... “Yeniden dönmeye başlayan dünya da ve akan nehir de sürüklenmeye devam edecek olsam bile, en azından kendim olarak, papatya olarak ve kendi yüreğim ile, kendi bakışlarım ve kendi ifadelerim ile devam edeceğim...” “ÖZLEMlerimi başka yürekler de yaşatacağım, almayı beklemeden ve hatta düşünmeden sevgi-umut vereceğim, insanları gülümseteceğim ve sadece kendi kararlarına kendilerinin hâkim olması doğrultusunda tohum ekeceğim yüreklerine, bu benim yaşam amacım olacak...” der ve nehrin hızlı akıntısın da sürüklenmeye devam eder... Eder etmesine de artık daha bir farklı bakıyodur etrefına, bu akıntıda ve yüreğinde ki yıkık kente rağmen daha bir güzel görüyordur gökyüzünü, ağaçları, çiçekleri, özgür ruhu gibi süzülen kuşları, gökkuşağını ve tüm renkleri... “İşte” der, “sanırım benim aradığım bu, yaşam her renk ve tonda, bunu kabullenerek devam etmeliyim...” “Ve amacıma ulaşmak için nasıl bir yol izlemeliyim!” diye de düşünüyordur bir yandan da... Çok geçmez akıntıda bir dal belirir, uzun zaman uzaktan bakar bu dala...(!) pek cazip gelmez vakit geçirmek için oyunlar oynar önce o dal ile, öyle ki rekorlarını kimse kıramaz... :)) Sonra başka yönlerini keşfeder, ilgisini çeker, “amacıma araç olabilir” diye düşünür, (bu dal gerçekten var mı? yoksa benim hayal gücüm mü?) (gerçek olmayandan gerçek hissedişler olabilir mi?) “zaman” der yine, her zaman ki gibi, “zaman!” ..ki herşeye en iyi ilaç değil mi!? *(bülbül gül dalında eyliyor figân güllerde vuslatın gözyaşları var bitsede ayrılık, dinede hicran her anın başka bir ızdırabı var...) *..ne alâkâ, içimden geldi işte :))) Zaman herşeye en iyi ilaçtır da yine de iyileşen yaralar da (ki derin ve hâlâ açık bir yara) “iz” kalır maalesef... Zaman yaraları iyileştirir ama unutturamaz! belki önceliğini yitirir... İşte o dalda birşeyleri unutturamadı ama öncelik sırasını değiştirdi şüphesiz... Yada öyle inanmak istedi papatya! Dalı inceledikçe yeni şeyler keşfetti, onunla ilgilendikçe unutuyordu yıkık kenti!... Ve bir gün dalın aslında tek bir parçadan değil, yüzlerce-binlerce ve hatta milyonlarca hücre(!)den oluştuğunu fark etti... Her biri bir ‘alem’ olan hücreler! Ve şimşekler çaktı bu defa gülümseten, işte ‘son’a giden bu nehirde o hücreler ile ilgilenebilir ve zamanı da böylece daha farklı kullanabilirdi... Arasında mesafe vardı dal ile ama yine de uzaktan bile olsa deneyebilirdi... Dalı oluşturan hücrelerin! en azından minik bir bölümüne, yüreklerine şifa olabilirdi, papatyayadı o, umut veren, gülümseten, özgür ruhu ile özlemlerini yaşatacağı gönüller bulabilirdi... Buldu da!... Her hücre bir alemdi ya! neler vardı, neler! yaramazlar, saflar, yalancılar, akıllı geçinenler, başka hücreler ile acımasızca oynayanlar, fazla meraklılar, bilgililer, yardım severler ve güzel yüreklerde vardı... (..ki papatyaya göre hepsi şüphesiz güzel yürekti ya, yaşam kimbilir nasıl o güzel kalpleri karakutulara kapattırdı!...) Papatya gönül gözü ile hemen tanırdı ve ona göre bir yol izler, ona göre yapabileceği şeyleri yapmaya çalışırdı... Ama bir yandan da artık içinde ki ses ona, ‘yardım etmek, gülümsetmek hoş da, burada tam anlamı ile gönlü gönlüne denk biri yok!’ diyordu... Duymazdan geliyordu papatya iç sesini... Çünkü burada bulunma amacı kendisine ‘gönül dostu’ bulmak değil, yeni tanıdığı bu alemde ihtiyacı olduğunu düşündüğü gönüllere bir parça şifa olabilmekti... (ve kendi yüreğinde ki yıkık kenti unutmak!) Süre gitti bir zaman bu... Ama artık hücrelerde (+) & (-) olarak ayrılıyordu... Ve bir gün (+) hücrelerden biri farklılaşmaya başladı, önceleri hikayesi ilginç geldiği için ve diğer muhâtabını da tanıdığı için farklı ilgilendi onunla, daha sonra farkını fark ettirdi, gerçekten özeldi o!... O da kendisi gibi bir çiçek ruhu taşıyordu, Yasemen çiçeğinin ruhunu! “Yüreği yüreğime denk” diye düşündü papatya... Sedr-e şifa gibi! Ama yüreği acıyordu çiçek ruhunun, çaresizce ruh eşi olduğunu düşündüğü Çınar ağacının ruhunu arıyordu... İlk zamanlar Yasemen çiçeğinin ruhu, papatyayı, Çınar ağacının kılık değiştirmiş ruhu sandı... İlginç diyaloglar yaşandı, nice sonra inandı çiçek ruhu! İşte o inançtan sonra çok şey değişti aralarında papatya & çiçek ruhunun... Çok iyi dost ve sırdaş oldular, tek yanlı bir sırdaşlık belki!... Çiçek ruhu ona herşeyini anlatır, temiz yüreğinde ki tüm hissedişlerini, coşarlar bazen birlikte, öylesin eğlenirler ki “ömre bedel anlar” yaşar papatya... Ve bazen elmaslar döker çiçek ruhu, ezilir papatya tüm gökyüzü yüreğine çöktü sanır, bu güzel yürek karşısında kendisini çok kirli hisseder... Oysa ki daldan gözünü çevirdiği anda dal ile ilgili hiçbir şeyi yaşamına taşımayacaktır, söz vermiştir kendine... Dala baktığında tüm yüreği ile onun için çalışacak ama bittiği anda kendi yaşamına dönecektir... Çiçek ruhundan önce de hep böyle yapmıştır, ama artık olmuyordur, onu aklından çıkaramıyor, “onun için ne yapabilirim” diye durmadan düşünüyordur ve araştırıyordur... Zaten o güzel gönül dostunun karşısın da doğru olmayan yaşamı ile eziliyordur, “en azından onun için doğru birşeyler yapayım” diye düşünür... İlk zaman Çınar ruhunun doğru bir seçim olup olmadığını sorgulaması yönünde düşünce oluşturmaya çalışır & çeşitli düşünce oyunları oynar papatya, ama başaramaz, çiçek ruhu hislerinden kesin emindir... İşte orada eli kolu bağlanmıştır papatyanın, atacağı her adımı dikkatli atması gerekiyordur, zira söyleyeceği her kelime yada davranışı, gerçek bir aşkın bitmesine neden olabilirdi... Ama bir de madalyonun diğer yüzü vardı, ya “gerçek aşk”, “gerçek” ve de “aşk” değilse!? Bir sabah papatya gönül dostu ile açık ve net bir konuşma yapmaya hazırlanır... O gün erkenden uyanır, önce sabah serinliğinde nehrin serin sularının şırıltısı ve nehrin kenarında ki ağaçların yaprak hışırtısı ile eşsiz melodiler oluşturan kuşları dinler, uzun süre gökyüzünü izler, ve “vakit” der! “konuşmalı ve çiçek ruhumu artı-eksileri ile bildiğim ve bu zamana kadar ki deneyimlerim ile herşeye hazırlamalıyım” muhteşem bir güne “merhaba”nın ardından tam birşeyler söylemeye başlayacaktır ki çiçek ruhu o gece gördüğü ilginç rüyadan bahseder, donar kalır papatya, “yaşamın sırlarından biri mi tecelli ediyor acaba” der ve susar... alıntı eylül cankar

MEVLÂNA'NIN ESERLERİ

Mesnevi Mesnevi klasik doğu edebiyatında, bir şiir tarzının adıdır. Edebiyatta aynı vezinde ve her beyti kendi arasında ayrı ayrı kafiyeli nazım türüne Mesnevi adı verilmiştir. Uzun sürecek konular veya hikayeler şiir yoluyla anlatılmak istendiğinde, kafiye kolaylığı nedeniyle mesnevi türü tercih edilirdi. Mesnevi her ne kadar klasik doğu şiirinin bir türü ise de, "Mesnevi" denildiği zaman akla "Mevlâna'nın Mesnevi'si" gelmektedir. Mevlâna Mesnevi'yi Hüsameddin Çelebi'nin isteği üzerine yazmıştır. Kâtibi Hüsameddin Çelebi'nin söylediğine göre, Mevlâna, Mesnevi beyitlerini Meram'da gezerken, oturuken, yürürken, hatta semâ ederken söylermiş. Çelebi Hüsameddin de yazarmış. Mesnevi'nin dili Farsça'dır. Halen Mevlâna Müzesi'nde teşhirde bulunan 1278 tarihli, elde bulunulan en eski Mesnevi nüshasına göre beyit sayısı 25618 dir. Mesnevi'nin Vezni: Fâ i lâ tün - fâ i lâ tün - fâ i lün 'dür. Mevlâna 6 ciltlik Mesnevi'sinde tasavvufi fikir ve düşüncelerini, birbirine ulanmış hikayeler halinde anlatmaktadır. Dîvân-ı Kebir Divân şairlerinin şiirlerini topladıkları deftere denir. "Divân-ı Kebir "Büyük Defter" veya "Büyük Divân" manasına gelir. Mevlâna'nın çeşitli konularda söylediği şiirlerin tamamı bu divandadır. Divân-ı Kebir'in dili Farsça olmakla beraber, içinde Arapça, Türkçe ve Rumca şiire de yer verilmiştir. Divân-ı Kebir 21 küçük divân (Bahir) ile rubâî divânının bir araya getirilmesi ile oluşmuştur. Divân-ı Kebir'in beyit sayısı 40.000'i aşmaktadır. Mevlâna Divân-ı Kebir'deki bazı şiirlerini Şems Mahlası ile yazdığı için bu divâna Divân-ı Şems de denmektedir. Divânda yer alan şiirler vezin ve kafiyeler göz önüne alınarak düzenlenmiştir. Mektûbât Mevlâna'nın başta Selçuklu hükümdarlarına ve devrin ileri gelenlerine nasihat için, kendisinden sorulan ve halli istenilen dini ve ilmi konularda açıklayıcı bilgiler vermek için yazdığı 147 adet mektuptur. Mevlâna bu mektuplarında, edebi mektup yazma kaidelerine uymamış, aynen konuştuğu gibi yazmıştır. Mektuplarında "kulunuz, ben deniz"gibi kelimelere hiç yer vermemiştir. Hitaplarında mevki ve memuriyet adları müstesna, mektup yazdığı kişinin aklına, inancına ve yaptığı iyi işlere göre kendisine hangi hitap tarzı yakışıyorsa, onu kullanmıştır. Fîhi Mâ Fih Fîhi Mâ Fih "Ne varsa içindedir" manasına gelmektedir. Bu eser Mevlâna'nın çeşitli meclislerde yaptığı sohbetleri içermektedir. Bunların oğlu Sultan Veled tarafından bir kitapta toplandığı sanılmaktadır. Eser 61 bölümden oluşmaktadır. Bu bölümlerden bir kısmı, Selçuklu Veziri Süleyman Pervane'ye hitaben kaleme alınmıştır. Eserde bazı siyasi olaylara da değinilmiştir. Bu nedenle bu eser tarihi açıdan da büyük bir önem taşımaktadır. Eserde cennet ve cehennem, dünya ve ahiret mürşid ve mürid, aşk ve sema gibi konular işlenmiştir. Mecâlis-i Seb'a (Yedi Meclis) Mecâlis-i Seb'a adından da anlaşılacağı üzere Mevlâna'nın yedi meclisinin, yedi vaazının toplanmasından meydana gelmiştir. Mevlâna'nın vaazları, Çelebi Hüsameddin veya oğlu Sultan Veled tarafından not edilmiş ancak özüne dokunulmamak kaydı ile eklentiler yapılmıştır. Eserin düzenlenmesi yapıldıktan sonra, Mevlâna'nın tashihinden geçmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Şiiri amaç değil, fikirlerini söylemede bir araç olarak kabul eden Mevlâna, yedi meclisinde şerh ettiği hadisleri şu konulara ayırmıştır: 1. Doğru yoldan ayrılmış toplumların hangi yolla kurtulacağı 2. Suçtan kurtuluş, akıl yolu ile gafletten uyanış 3. İnanç'daki kudret 4. Tövbe edip doğru yolu bulanların Allah'ın sevgili kulu olacakları 5. Bilginin değeri 6. Gaflete dalış 7. Aklın önemi Bu yedi mecliste, asıl şerh edilen hadiselerle beraber 41 hadis daha geçmektedir. Mevlâna tarafından seçilen her hadis içtimaidir. Mevlâna, yedi meclisinde her bölüme "hamd-ü sena" ve "münacat" ile başlamakta, açıklanacak konuları ve tasavvufi görüşlerini hikaye ve şiirlerle cazip hale getirmektedir. Bu yol Mesnevi'nin yazılışında da aynen kullanılmıştır. MEVLANA